Salı , 3 Aralık 2024
Anasayfa / Manşet / URTEB’den “Türkiye’nin rekabet edebilirliği” üzerine bülten

URTEB’den “Türkiye’nin rekabet edebilirliği” üzerine bülten

Biz URTEB olarak bireylerin ve toplulukların rekabet gücünü arttırmak, toplumu rekabet alanında aydınlatmak ve adil rekabet kültürünün her alanda yayılmasını sağlamak amacı ile yola çıktık. Bu doğrultuda toplumun her kesimine rekabetin önemini anlatabilmek için rekabet haftası olan Kasım ayının ilk haftasında sizler için bu bülteni hazırladık.

Rekabet, piyasaların etkin işlemesinin en temel öğelerinden biridir. Piyasada rekabetin kısıtlanması ya da olmaması piyasalarda etkin üretimden uzaklaşmaya, fiyatların artması ile sonuçlanır. Bu bir yandan tüketicinin refahının düşürürken, diğer yandan aksak rekabet nedeniyle bazı kesimlerin normal üstü kâr ederek, gelir dağılımında adaletten uzaklaşılmasına neden olacaktır.

Bunun yanı sıra piyasalarda rekabetin artması piyasa aktörlerinin daha dinamik bir yapıda olmasına rekabet ederken teknolojiyi de geliştirmesine yol açar. Bu nedenle rekabetin sağlanması uzun dönemde teknolojinin de gelişmesini teşvik ederek tüm piyasalar açısından bir dışsallık yaratacaktır.

Bu nedenle piyasada rekabetin sağlanması kalkınma hamlesi yapmak isteyen Türkiye ekonomisi için hayati bir meseledir. Bu kapsamda otoritelerin piyasadaki rekabeti kısıtlayıcı her türlü eylemi engellemek üzere bir denetim gerçekleştirmesi elzemdir. Ancak sanayimizin de rekabetin önemini kavraması ve bu doğrultuda rekabetin hâkim olduğu bir piyasa düzeni için çalışması önemlidir.

Biz URTEB olarak bireylerin ve toplulukların rekabet gücünü arttırmak, toplumu rekabet alanında aydınlatmak ve adil rekabet kültürünün her alanda yayılmasını sağlamak amacı ile yola çıktık. Bu doğrultuda toplumun her kesimine rekabetin önemini anlatabilmek için rekabet haftası olan Kasım ayının ilk haftasında sizler için bu bülteni hazırladık.

Keyifli okumalar.

Doç. Dr. Derya HEKİM

URTEB Yönetim Kurulu Üyesi

REKABET NEDİR?

Rekabet, bir piyasada satıcıların daha fazla müşteri edinerek mal ve hizmet satışlarını, dolayısıyla da kârlarını artırmak için giriştikleri yarış şeklinde tanımlanabilir.  Piyasaların kendi başına bırakılması halinde piyasadaki teşebbüslerin yıkıcı bir yarış içine girmeleri, yarışma yerine toplumsal refahı ve iktisadi gelişmeyi olumsuz etkileyecek iş birliklerine gitmeyi ya da iktisadi güçlerini kullanarak sömürücü ya da dışlayıcı eylemlerde bulunmayı tercih ettikleri bir ortama dönüşme riskiyle karşı karşıya kalınması devlet müdahalesini kaçınılmaz kılmaktadır. Tüm bunların rekabet kanunu ile desteklenmesi ve bu kanunu uygulayacak etkin bir rekabet otoritesinin tesis edilmesi gerekmektedir.

Rekabet Kanunu’nun temel amacı; kartellerin ve teşebbüsler arası anlaşma, uyumlu eylem veya teşebbüs birliği karar ve eylemleri yoluyla ortaya çıkacak diğer rekabet kısıtlamalarının yasaklanması, herhangi bir piyasada hakim durumda olan bir teşebbüsün bu hakimiyetini kötüye kullanmasının engellenmesi ve bazı birleşme ve devralma işlemlerinin denetlenerek yeni tekeller yaratılmasının önüne geçilmesidir.

Rekabet Kurumu, 4054 Sayılı Kanun’un 20’nci maddesine göre mal ve hizmet piyasalarının serbest ve sağlıklı bir rekabet ortamı içinde teşekkülünün ve gelişmesinin temini ile bu Kanunun uygulanmasını gözetmek ve Kanunun kendisine verdiği görevleri yerine getirmek üzere kurulmuştur.

Bu Kanun çerçevesinde teşkilatlanmasını tamamlayan Rekabet Kurumu 05.11.1997 tarihi itibarıyla fiilen faaliyetlerine başlamıştır.

Rekabet Kurumu’nun görevi; tekelleşmeyi engellemek, tüketici faydasını artırmak, piyasa mekanizmasının sağlıklı bir şekilde işlemesine katkı sağlamak, uluslararası rekabet gücünün artırılmasına katkıda bulunmak, giriş engellerini azaltarak yatırım ortamının sağlıklı işlemesini temin etmektir.

Birsen Cingöz (URTEB Halkla İlişkiler)

TÜRKİYE’NİN REKABETÇİLİĞİ ÜZERİNE

Türkiye’de uluslararası piyasalarda rekabetçilik son bir yıl içerisinde, özellikle de geçen senenin son çeyreğinde, en çok tartıştığımız konulardan biriydi. Türkiye Ekonomi Modeli yani ihracatı önceleyen büyüme modeli rekabetçiliğimizin artacağı ve ihracatımızın da artarak bir cari fazla vereceğimiz üzerine kurulmuştu. Bugün geldiğimiz noktada ise maalesef çok iyi bir turizm sezonuna rağmen rekor bir cari açık, ihracattan daha hızlı artan bir ithalat ile karşı karşıyayız.

Bu dönemde dış faktörler de yakamızı bırakmadı maalesef. Bir yandan Rusya ve Ukrayna Savaşı nedeniyle artan enerji fiyatları, diğer yandan gelişmekte olan ülkelerde artan faizler nedeniyle resesyon beklentisi.

Ancak tüm bunlar geçici faktörler. Bizim ise çok daha temel bir problemimiz var. Biz uluslararası rekabeti yanlış yerde arıyoruz.

Uluslararası Rekabet

Uluslararası düzemde rekabeti fiyat ve fiyat dış rekabet olarak ikiye ayırabiliriz. Fiyat rekabetinde genellikle kastedilen döviz kurlarının yükseltilmesi, böylelikle reel ücretlerin aşağıya çekilerek maliyetlerin azaltılmasıdır. Evet, bu ilk başta başarılı olup kısa vadede ihracatı bir miktar arttırabilir. Ancak Türkiye gibi ithalat bağımlılığı yüksek olan ülkelerde döviz kurunun yükselmesi nihayetinde maliyetlerin de yükselmesine neden olarak maliyet avantajını ortadan kaldıracaktır. Son dönemde aslında olan da bu oldu. Türk lirası değer kaybetti, bu enflasyona neden oldu, maliyetler arttı ve ilk başta sağlanan bu rekabet avantajı ortadan kalkmış oldu.

Tabii fiyat üzerinden rekabet etmenin bir diğer dezavantajı ise sattığınız malların fiyata duyarlı esnekliği yüksek mallar olma zorunluluğu. Bu da daha çok teknoloji yoğunluğu yüksek olmayan mallar üretmekle mümkün. Bu da maalesef tam anlamıyla bizim içerisinde bulunduğumuz süreci özetliyor. Toplam imalat sanayi ihracatımız içerisinde yüksek teknolojili ürünlerin payı giderek azalıyor. Eylül 2022’de bu oran sadece %2.6.

Uluslararası rekabette ikinci bir rekabet türü ise fiyat dışı rekabet. Bu ise teknoloji geliştirerek, inovasyonu arttırarak mümkün. Türkiye’nin bu noktada alması gereken çok yol var. Ancak bu konuda bir hareketlenme de söz konusu. AR-GE harcamalarının GSYH içerisindeki payında önemli bir artış var. Oran %1.13’e yükselmiş. Hala OECD ortalaması olan %2.4’ün altında ancak artış olması umut verici.

Tabii uluslararası rekabeti sağlamada piyasaların düzgün işlemesi ve iş ortamının uluslararası iş ortamı ile rekabet edilebilir düzeye çekilmesi için otoritelerin de alması gereken birçok önlem var. Türkiye’nin rekabetçilik endekslerinde bulunduğu sırlamalar pek tatmin edici değil.

Türkiye’nin Rekabetçilik Endekslerinde Yeri

Uluslararası Yönetim ve Kalkınma Enstitüsünün (International Institute for Management and Development,IMD) Dünya Rekabetçilik Endeksi Sıralamasında Türkiye 63 ülke arasından ne yazık ki 52. sırada yer alıyor. 2021’e göre bir sıra gerilemiş.

Alt endekslere de bir göz atalım. Türkiye sosyal çevre, kurumsal çerçeve ve işgücü piyasasında oldukça alt sıralarda yer alıyor. Ekonomik performans alt kategorisinde sırlamalar ortalarda yer alsa da iş alemi etkinliğinde pek de iyi bir performans gösterdiğimiz söylenemez. Teknolojik altyapıda ise 53. sırada yer almışız. Teknolojik altyapımızı güçlendirmeden ihracatta rekabet etmemiz ve teknoloji yoğun mal üretmemiz pek de mümkün değil.

Raporda aynı zamanda bir anket yapılmış ve Türkiye ekonomisi için beş tane çekici özelliğin belirlenmesi istenmiş. Bunlar: maliyet alanında rekabetçilik, yetenekli işgücü ve de ekonominin dinamizmi. Evet maliyet alanında bir rekabet avantajı elde ettiğimiz doğru. Artan kur nedeniyle işgücü maliyeti düşüyor. Ancak bu bizi maliyette rekabet edebileceğimiz işgücü yoğun mallara götürüyor. Oysaki kalkınmak için bizim katma değeri yüksek, teknolojisi yüksek mallar üretmemiz gerekli. Bu konuda yetenekli işgücüne sahip olmamız ve de ekonomimizin dinamizmi bizim için olumlu öğeler.

Özetle, rekabetçilik haftası nedeniyle Türkiye’nin hem iç piyasalarda hem de dış piyasalarda rekabetini tartıştığımız bu günlerde bunu daha fazla gündemimize almamız gerekiyor. Kalkınma hamlesi başlatmak istiyorsak rekabete bu açıdan bakmamız gerekiyor.

Doç. Dr. Derya HEKİM

VERİLERLE TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI EĞİTİM KARNESİ

2021 yılında başlayan ve hemen her alanda küresel bir kriz haline gelen pandemi süreci ile birlikte tüm dünyada yüz yüze eğitime zorunlu bir ara verilmişti. Bu durumun ülkelerin eğitim sistemlerine getirdiği pek çok yükün yanı sıra eğitimdeki verimliliğe olan etkisi de hâla tartışılmaktadır. Diğer yandan uzaktan eğitim sürecinin ardından yeniden yüz yüze eğitime dönülmesi de öğrencilerin ve eğitimcilerin karşısına adaptasyon güçlüğü meselesini çıkarmıştır. Yaşanan bu mecburi dönüşüm süreçlerini, kimi ülkeler daha iyi yönetebilirken bazı ülkeler ise kötü bir performans göstermiştir.

OECD tarafından ülkelerin eğitim sistemindeki başarının pek çok farklı parametrelere göre değerlendirildiği 2021-2022 yılı eğitim raporu, tam da bu iki sürecin ülkeler tarafından ne düzeyde başarılı yönetildiğini daha somut olarak ortaya koymaktadır. Raporda ilgili ülkelerin eğitime ayırdıkları bütçe oranı, okur-yazarlık düzeyi, öğretmen sayısının yeterliliği ve eğitime erişim gibi birçok önemli öncül ele alınarak ülke ortalamalarına yer verilmektedir.

Rapordaki eğitime harcama oranlarına bakıldığında bakıldığında Türkiye, öğrenci başına ortalama 5 bin 743 dolarlık harcama ile 36 ülke arasında 34. sırada yer alıyor. OECD’de yüksek öğretimde ar-ge için öğrenci başına yıllık harcama miktarı 4 bin 678 dolar ile veri açıklayan 28 ülke içinde Türkiye 27. sırada yer alıyor. İlköğretimden yükseköğretime kadar öğrencilerin Türkiye’deki toplam masrafı gayri safi yurt içi milli hasılasının %5,2’sine denk geliyor. Rapora göre Türkiye’de yüksek öğrenim gören yabancı öğrenci sayısı çok az,bu sayı toplam öğrenci sayısının sadece %0.9’una tekabül ediyor ve veri açıklayan 29 ülke içinde Türkiye 28. sırada yer alıyor. Aynı şekilde yurt dışında yüksek öğrenim gören öğrenci sıralamasında da Türkiye 38 ülke arasında 37. sırada yer almaktadır. Yani Türkiye’den yurt dışına eğitim amaçlı gidebilen öğrenci sayısının yanı sıra eğitim için Türkiye’yi tercih eden yabancı öğrenci sayısı da oldukça az.

Raporda Türkiye özelinde ilginç bir detay ise 25-34 yaş arası yüksek öğrenime devam edenlerin oranındaki devasa artış. Burada yüzde 9’lardan yüzde 40’a kadar çıkan çok büyük bir artış mevcut. Bunun altında son yıllarda ülkedeki istihdam oranının düşmesi ile birlikte; yüksek öğretim kurumlarının sayısının ve tüm alan kontenjanlarının arttırılması yatıyor olabilir. Yani aslında Türkiye, son yıllarda iş bulamayan gençleri, yüksek öğretime kanalize ederek işsizliği geleceğe öteliyor gibi bir yorum yapmak çok da yanlış olmayacaktır.

Rapordaki birkaç parametrede daha Türkiye için benzer sonuca sahip veriler mevcut. Her ne kadar Türkiye’nin yıllar geçtikçe eğitime ayırdığı pay artsa da, eğitimdeki fırsat eşitliğindeki makas daralsa da hâla durum OECD ülkeleri arasındaki bu olumsuz tabloyu değiştirebilecek ölçüde değil. Artık devletlerin milli güç unsurları sadece ekonomik, askeri ve siyasi güç olarak sınırlı bir perspektifle değil eğitim gibi önemli yumuşak güç unsurlarının da dahil edildiği bir kapsamda değerlendirilmektedir. Dolayısıyla bu rapor Türkiye’nin rekabet gücünü doğrudan etkileyen önemli bir konudaki problemleri teşhis edebilmek adına okunmalı ve değerlendirilmelidir. Ülke refahının önemli bir bileşeni olan ve bir ülkenin gelişmiş olup olmadığını belirleyen ana unsurlardan birinin yine o ülkenin eğitim düzeyi olduğu unutulmamalıdır. Bu durumda Türkiye’nin bu alanda gerekli eksikliklerini tamamlayarak eğitim alanındaki rekabet gücünü arttırması oldukça önemlidir.

Enes Uçak (URTEB Genel Sekreteri)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir